5-ekim-ogretmenler

Öğretmenler Günü

5 Ekim 1966’da dünya öğretmenlerinin belli başlı çatı örgütlerinin katkılarıyla öğretmenlerin okul ve toplum yaşamındaki önemini, statülerini, belli başlı temel sorunlarını ele alan  bir belge kabul edildi.1994 yılında Birleşmiş Milletler, Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) ve ILO’nun tavsiye kararları üzerine bu belgenin kabul edildiği tarih olan 5 Ekim’i Dünya Öğretmenler Günü ilan etti. O gün bugündür 100 aşkın ülkede 5 Ekim,  “Dünya Öğretmenler Günü” olarak kabul edilir.

Bilindiği gibi Türkiye’de öğretmenler günü, 12 Eylül 1980’den sonra resmi olarak 24 Kasım tarihinde kutlanmaya başlandı. Kuşkusuz Atatürk’e baş öğretmen unvanının verildiği bu tarih de önemli, ama eğer ulusal düzeyde öğretmenler günü için bir başlangıç kabul edilecekse, o zaman kuşkusuz kutlama günü olarak, 24 Kasım’dan çok, ilk öğretmen okulunun kurulduğu (Darülmuallimi-i Rüşti) 16 Mart 1848 tarihi daha uygun düşerdi. Ancak amaç, öğretmenlerin kendi mesleki kişiliklerinden gelen gurur ve onur temelinde ulusal ve uluslararası düzeyde birlik içinde, dayanışma içinde olmalarını, sorunlarını daha özgürce daha güçlü bir biçimde ortaya koyabilmelerini önlemek olduğu için 12 Eylül askeri darbesini izleyen süreçte 24 Kasım tarihi önerildi. Amaç Türkiye’de öğretmenleri kendi mesleki geleneklerinden, dünya öğretmen dayanışması içindeki yerinden koparmak, bir araya gelmelerini önleyecek yeni bir bölünme unsuru yaratmak, nihayet onları “devlet memuru” zihniyeti içine hapsetmek idi.

Ama Türkiye demokratik öğretmen hareketi bu tür hedef şaşırmalara beklendiği düzeyde boyun eğmeyecek kadar geçmişi olan, olgun bir hareketti. O nedenle öğretmenlerimiz ne dünya öğretmen gününün 5 Ekim olduğunu unuttular. Ne de 16 Mart’ı, tabi ne de 24 Kasım’ı. Bütün bu tarihler öğretmenler için kuşkusuz anlamlı günlerdir. Geçmiş anıların başarıların anımsandığı, büyük öğretmen önderlerinin yad edildiği, umutların tazelendiği, dayanışmanın pekiştiği, sorunların derinlemesine tartışıldığı günlerdir.

Türkiye’de mesleki onura sahip, demokrat bir eğitimci olmanın mayınlı bir arazide yol almaktan farkı yoktur. Eğer Osmanlı-Türk geleneği içinde öğretmenler için, öğretmenlik için ilk büyük yol gösterici aranacaksa, bu kuşkusuz 16 Mart 1848’de kurulan Darülmuallimin’in hocası Selim Sabit Efendi’dir. Öğretmenliğin mesleki ilkelerini belirlemeye çalışan, öğretim yöntemleri üzerinde kafa yoran, daha donra geliştirdiği Usul-i Cedide ile ilköğretimde modern okullaşmaya öncülük eden Selim Sabit Efendi. Bu büyük eğitimcimizin sonu ne oldu dersiniz. Yazdığı eğitim ile ilgili bir kitapta “Hâl” sözcüğü geçtiği için Abdülhamit tarafından meslekten atıldı, açlık içinde sefalet içinde can verdi.

Bu vesile ile Türkiye’de öğretmenliğin bir meslek haline gelmesine eşsiz katkıları olan Meşrutiyet yıllarının Darülmuallim müdürü Sati Bey’i de saygıyla analım. Eğitim anlayışımıza pedogojik  boyutta kalıcı katkıları oldu. Sonra ilk Eğitim Bakanımız Mustafa Necati’yi, Köy Enstitülerine giden yolda düşünceleri ile liderlik yapan İsmail Mahir Efendi ile Ethem Nejat ve İ.Hakkı Baltacıoğlu’nu. Sonra bu düşünceleri hayata geçiren İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel’i. Ve tabi öğretmenlerin demokratik mücadelesi içinde hayatlarından olan yüzlerce öğretmenimizi, Talip Öztürk’leri Gültekin Gazioğulları’nı  bu önemli günlerde bize yol gösteren bütün bu eğitimcilerimizi anmak bir gönül borcu. Hepsi de düşündüklerini hayata geçirirken hep türlü zorluklara, suçlamalarla göğüs germek zorunda kaldılar. Dışlandılar, yok sayıldılar, engellenmeye çalışıldılar, sürgünlere yollandılar, kurşunlandılar. Ama onlar yılmadılar ve gönüllerimize bugün taht kurmasını bildiler.

Türkiye’nin çağdaşlaşma demokratikleşme mücadelesinde öğretmenin onurlu ve önemli bir yeri var. Cumhuriyet sonrası aydınlanmasında köy enstitülü öğretmenlerin yeri ve rolü nasıl yadsınabilir? Biz öğretmen onurunu, idealizmini, mesleğe saygıyı, insana saygıyı onlardan öğrendik. Türk öğretmen örgütlenmesi TÖS arkasından TÖBDER onların deneyimlerinin üzerinde yükseldi. Bu iki örgüt dönemlerinde demokrasi ve çağdaşlaşma mücadelelerinin en ön saflarında yer aldılar, hem de ne bedeller ödeyerek. 12 Eylül öncesi ve sonrasını hatırlayın. Kurşunlandılar, tutuklandılar, işkencelerden geçirildiler, işten atıldılar. Hayatlarını sürdürmek için meslekleri ile ilişkisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kaldılar. Örgütlerini, örgütlenmelerini korumak için uzun, yıpratıcı bir mücadeleyi göze almak zorunda bırakıldılar. Gelenekle bağları koparılmaya, memurlaştırılmaya, birbirlerine düşürülmeye çalışıldılar.

[xt_go_advt_1]

Bugün bir bakıma öğretmenler üzerinde oynanan oyunların sonuçlarını topluyoruz.

Türkiye’deki bir öğretmen OECD ülkelerinde görev yapan bir öğretmenden yılda 120 saat daha fazla çalışıyor buna karşılık yılda 10.000 dolar kadar daha az bir maaş alıyor. Toplu sözleşme yapma hakkı yok, kimi sözleşmeli kimi kadrolu. Türkiye’deki 900 bin civarındaki öğretmenden kamudaki 10 binlercesi geçici görevde. Daha 10 sene önce İlköğretim 8 yıla çıkarılırken öğretmen açığını karşılamak için İşletme Fakültesi, Ziraat Fakültesi, Veterinerlik Fakülteleri mezunları birkaç haftalık kurslarla öğretmen yapıldı. Bugün 170.000 dolayında eğitim fakültesi mezunu öğretmen diploma elinde milli eğitim sisteminin dışında, sisteme dahil olacağı günü  bekliyor. Yani öğretmenler içindeki işsizlik oranı Türkiye’deki çalışabilir nüfus içindeki işsizlik oranından çok daha yüksek. Eğitim Fakülteleri dershanelere, özel öğretim kurumlarına ucuz işgücü yetiştiren kurumlar haline gelmeye başladı. Programların yenilenmesine karşın, yenilenme sürecinde öğretmen yok. Sistemde, öğretim programı hazırlayanlar ile öğretim planı hazırlayan ve uygulayanlar arasında karşılıklı enformasyon ve deneyim alış verişini kolaylaştıracak işlevsel bir köprü yok. Öğretmenden kendini geliştirme, yaratıcı olma, gerektiğinde risk alma, öğrencisine düşünmeyi öğretme, öğrencisine öncülük ve liderlik etme istenmiyor. Öğretmen sistemle uyumlu olsun, durumu idare etsin, amirlerinin dediklerini yerine getirsin yani iyi bir “memur olsun  yeter. Bu isteniyor. Bütün temel eğitim programları, hizmet içi programlar hep buna dönük. Bakanlık içindeki atamalarda, fonların kullanımlarında siyaseten davranma alışkanlık haline geldi, kanıksanır oldu.

Bütün bu olumsuz koşulların ağırlaşarak sürmesine katkı verenlerin, buna seyirci kalanların “daha kaliteli eğitim, daha kaliteli bir öğretmen” gibi talepler ileri sürmelerine ne demeli? Kadrolaşmada ve fonların kullanımında siyasi uygulamalar devam eder; öğretmen örgütleri, işbirliği bir yana sürecin dışında bırakılmaya çalışılır, birbirine düşürülmeye çalışılırken; öğretmenlerin ekonomik demokratik isteklerine kulak verilmezken daha iyi eğitim daha kaliteli öğretmen talebinin bir inandırıcılığı olabilir mi?

Fakat 12 Eylül ile içine girilen süreçte öğretmen örgütlerimizin çok iyi bir sınav verdiğini de söylemek zor. Öğretmen örgütlerimiz içine girdikleri yeni sürecin özelliklerini doğru değerlendiremediler. Eğitimin kalitesini, öğretmenliğin statüsünü yükseltme yolunda, kendi içinde demokratik örgütsel bir yapı oluşturma, temel noktalarda uzlaşma, dayatmalara karşı birlikte göğüs germe yolunda başarılı olamadılar. Enerjilerinin büyük çoğunluğunu örgüt içi yada örgütler arası mücadelelerde harcadılar. Bir anlamda oyuna geldiler.

Elbette bugün demokratik öğretmen hareketi birçok baskıyla, engellemeyle karşı karşıya. Bir yandan onurumuzla insanca  yaşayabilmenin askeri koşullarına sahip olmanın mücadelesini verirken diğer yandan daha iyi eğitim için, daha iyi öğretmen olmak için mücadele veriyoruz. Ülkemizin demokratikleşmesi, çağdaşlaşması mücadelesinin de bir tarafıyız. Ancak bu mücadelede başarılı olabilmemiz için; kendine, mesleğine saygılı, lider özellikleri, mesleki donanımı gelişmiş, çağın teknolojik olanaklarını kullanabilen birer öğretmen olarak yetişebilmemiz son derece önemli. Bunu sadece Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, Eğitim Fakülteleri’nden bekleyemeyiz; öğretmen örgütleri de bu konuda önemli sorumluluklar almalı, alabilmeli..

Ortak demokratik öğretmen hareketi politik tavır alışlara, siyasi ittifaklara kurban edilmemeli. Demokratik öğretmen hareketinin üzerinde yükselebileceği ortak temel paydalar olmalı. Bu ortak paydaları açığa çıkarmak dayanışmayı, birlikteliği bunun etrafında örmek, kitleselleşmek, ve nihayet giderek bir çekim merkezi olmak, gündeme damga vurmak. Demokratik öğretmen hareketinin hareket noktası tümüyle bu olmalı. Ortak demokratik öğretmen hareketinin günümüz Türkiye’sinde etrafında gelişebileceği ortak paydalar arasında şu üç unsur mutlaka olmalı. Ana dilde eğitim. Laik eğitim. Demokratik Eğitim.

Demokrat öğretmen Gümülcine’de de olsa Diyarbakırda’da olsa Türk de olsa Kürt de olsa, örgütü kapatılma tehdidi altında da olsa anadilde eğitimi savunmalı. Çünkü bu, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine, Çocuk Hakları Sözleşmesine bağlılığın da, demokrat olmanın da, öğretmen olmanın da  olmazsa olmaz koşuludur. Ayrıca bu yaygın muhafazakar kaygıların tam tersi bir sonuç da verir. Doğu ve Güney Anadolu’da ilköğretim okullarına isteğe bağı “Kürt dili ve Edebiyatı” dersleri konması, Üniversitelerin bünyesinde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümlerinin oluşturulması (İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümleri yok mu!); resmi gazete, parti program ve tüzükleri gibi belgelerin Kürtçe de yayınlanması halkı birbirine düşürmez; tam tersi bu, birbirinin kültürel haklarına saygı duyma yoluyla halklar arasındaki güvensizliği giderme, uzlaşma, birliği beraberliği, huzuru sağlama, nihayet ulusal birliği güçlendirme politikasıdır.

Türk Milli Eğitim Temel Kanununda Milli Eğitimin İlkeleri başlığı altındaki Laiklik maddesinde şöyle yazar: “Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” Demokrat öğretmenin laiklik anlayışı bu olamaz. Tam tersi, din derslerinin zorunlu olmasına karşı durmak laik eğitimi savunmanın nirengi noktasıdır.

Aynı belgenin “Demokrasi Eğitimi:” başlığı altında ise şunlar yazılıdır: “….vatandaşların sahip olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevî değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışılır; ancak, eğitim kurumlarında Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasî ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasî olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez.” Demokrat öğretmenin demokratik eğitim anlayışı bu olamaz. Demokrat öğretmen düşünebilen bireyler yetiştirmek için tek tip düşüncede insan yetiştirme politikasına direnmek durumundadır.

Demokratik öğretmen hareketi politik tercihler, politik ittifaklar üzerinde değil, ancak böylesine  demokratik ortak paydalar üzerinde yükselebildiğinde TÖS’ün TÖBDER’in gerçek anlamda mirasçısı haline gelebilir. Ve inancımız o dur ki mutlaka bu noktaya gelecektir.

Bu duygularla başta bana emeği geçen sevgili öğretmenlerim olmak üzere mesleki kimlikleri ile kendini tanımlayan bütün öğretmen dostlarımın, öğrencilerimin 5 Ekim Dünya Öğretmenler Gününü yürekten kutluyorum.

ALİ TÜRER

Balıkesir Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi

KAYNAK

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Cumhuriyet Dönemi’nde yeni Türk harflerini öğrenmek amacıyla düzenlenen okuma yazma kurslarına “Millet Mektepleri” adı verilmiştir. İlk Millet Mektebi,11 Ağustos 1928’de Dolmabahçe Sarayı’nda açıldı. Bunu, İstanbul’da başka okullarının açılışı izledi. Bu arada, İstanbul Radyosu’nda da dersler verilmeye başlandı. Benzeri kurslar, büyük kentlerde, devlet dairelerinde açıldı. Millet Mekteplerinin ve harp inkılabının simgesi durumuna gelen ,O hepimizin bildiği fotoğraf, Mustafa Kemal’in 1928 yılında Sivas’ta halka yeni harfleri tanıtırken çekilen fotoğrafıdır.

3 Kasım 1928’de yayınlanan “Türk Harfleri Hakkında Kanun”la, en geç altı ay içinde, yeni alfabenin öğrenilmesi zorunluluğu getirilmişti.24 Kasım 1928’de yayımlanan Millet Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi’nde de Cumhurbaşkanının, bu okulların başöğretmeni olduğu; altı ay içinde,16-45 yaş arasındaki, eski yazıyı bilen bilmeyen herkese yeni yazının öğretilmesi hükmü yer alıyordu.

İstanbul’da kurslara kayıtlar,23 Aralık 1928’de başladı. Bu kurslara haftada dört gece erkekler, iki gece de kadınlar katılıyordu. Kurslar, A ve B dershanelerine ayrılmıştı. Okuma yazma bilmeyenler, A dershanesinde okuma yazma öğrendikten sonra B dershanesine geçiyor ve orada okuma, kompozisyon, aritmetik, sağlık bilgisi, yurt bilgisi derslerini alıyordu. Millet Mektepleri, 1923’de başlatılan dilde yenileşme atılımına da önemli katkılarda bulundu. Harf inkılâbından önce yüzde on dolayında olan okuryazar oranı,1936’da yüzde yirmi beşe ulaştı.

Millet Mekteplerinin işlevi 1936’dan sonra halk evleri ve halk adaları üstlendi. 1928 yılında Atatürk’ün Millet Mektepleri Başöğretmeni olduğu 24 Kasım,1981 yılında “öğretmenler Günü” olarak kabul edildi.

KAYNAK

Translate »