24.Temmuz.1923 : Lozan Barış Antlaşması imzalandı.
13.Ekim.1923 : Ankara, TBMM tarafından başkent ilan edildi.
29.Ekim.1923 : Cumhuriyet ilan edildi.
Okul kitapları bizlere bunları öğretti değil mi?
Oysa, bence asıl bu üç tarihin “öncesinde” yazıyor herşey… “Detaylar” önemlidir çünkü. Kocaman bir ormanı tek tek , sayısız ağaç oluşturur öyle değil mi?.
Gelin ormanı değil de, “ağaçları” konuşalım bugün.
Tam 8 ay sürdü Lozan görüşmeleri. Sekiz ay.! Osmanlıdan kalan borçları “altın” olarak yeni Türkiye’nin ödemesini istiyorlardı, İstanbul ve Çanakkale boşaltılmıyor, kapitülasyonlar kaldırılmıyordu. Yenildikleri halde, sonsuza giden adaletsiz talep, bir sürü kurt politikacı ve karşılarında İsmet Paşa. Öylesine bunalmıştı ki, oturup bir mektup yazdı bir gün,
“Nasılsın? Sıhhatinden, neşenden bize kuvvet ver şanlı Gazi. Görüştüğümüz zaman saçlarımı bembeyaz, yaşımı on sene ileri bulacaksın.”
Mustafa Kemal Paşa, bu mektuba ne cevap verdi bilemiyoruz, ama o da bambaşka bir acıyla yüzleşiyordu aynı sıralar. 14.Ocak’ta Zübeyde hanımı kaybetmiş, cenazesine bile gidememişti. Başsağlığı dileyenlere, “Evet, anam öldü. Vatan anam sağolsun” diyordu.
Lozan’da her şey yolunda değildi, cephede verdiği mücadelenin belki çok daha zorunu veriyordu İsmet Paşa. Can güvenliği de yoktu üstelik. Rus delegesi bir otelin lobisinde dan dan vurulup öldürülünce, polis kendisinden rica etti, “Arabanızın önünde asılı Türk bayrağını indirmezseniz, sizi suikastçılardan koruyamayabiliriz.”
Reddetti İsmet Paşa, reddetmekle de kalmadı, Türk flamasını savura savura Lozan sokaklarında inadına birkaç tur attı o arabayla.
Gazi ise bambaşka bir konuyla boğuşuyordu. Misaki Milli sınırlarında doğmamış kişilerin mebus olamayacağına dair bir kanun teklifi gelmişti gündeme. Bu onun milletvekili olamayacağı anlamına geliyordu. Daha kendisi konuyu halletmeden, Ankara’lılar, canı gönülden bir teklifle geldiler. Hemşehrimiz olun dediler. Ankara’lı oldu böylece. O günden beridir sadece topraklarının koynunda değil, her Angara’lıyım diyenin ta içindedir yeri.
24.Temmuz günü, İsmet Paşa, siyah şık bir şapka, pardesü ve daha önce hiç giymediği topuklu pabuçlarıyla kendisine eşlik eden Mevhibe hanıma, “Barış kadar güzelsin” dedi, ve saat tam 15.09’da, Gazi’nin kendisine hediye ettiği dolmakalemle Lozan Barış Antlaşmasına imzasını attı.
Sadece 39 yaşındaydı.
Yeni Türkiye Devleti’nin kuruluşu, tarihin kütüğüne, ilk kez o gün, “tam bağımsız”olarak kaydedildi.
Saat 17’den başlayarak , Türkiye’deki tüm şehirler, 101 pare top atışı ile duyurdular zaferi. Minarelerin kandilleri yakıldı, bayraklar çekildi, halk coşkuyla sokaklara döküldü.
29.Ekim akşamı, saat 19.37’de ilan edildi Cumhuriyet. Şair Mehmet Emin Yurdakul, bütün milletvekillerini ayağa kalkarak üç kez “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırmaya davet etti. Hepsi coşku içinde ayağa fırlayarak bağırdılar, “Yaşasın Cumhuriyet”!
Kanun oy birliğiyle kabul edildiğinde saatler 20.30’u gösteriyordu.
Öyle bir alkış patladı ki şiddetinden pencere camları zangırdadı. Milletvekilleri, gazeteciler, dinleyiciler kucaklaşıyor, çoğu ağlıyordu.
Saat 20.45’de ise M.Kemal Paşa, bağımsız Türkiye Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Yine oy birliğiyle.
Yoksul, hasta, eğitimsiz, okulsuz, hastanesiz bir Türkiye vardı, ama “tam bağımsızdı” !
“Olanın olmayana borcu var” geleneğiyle birbirini sırtlayıp taşıyordu insanlar.
Şimdilerde konuşup duruyoruz Atatürk’ün liderlik sırlarını. Bugünün dünyasında tek bir açıklaması var: “İnanç”.
“Kaybedeceğini hiç aklına bile getirmeden” yapmış bütün planları.!!
1923 öncesi tüm adımlarına bir bakın, sanki savaş “kazanılmış” gibidir hepsi.
1921’de Milli Eğitim Kongresi düzenliyor mesela, savaş tam gaz sürerken. Çünkü farkında, asıl düşman cehalet. O yüzden işte, öğretmenleri “Gelecekteki kurtuluşumuzun büyük önderleri” diye selamlıyor. Ona göre, “asker ordusu”nun zaferi gerçekleştiğinde sıra “irfan ordusu”na gelecektir.
Biz şimdi koca şehr-i İstanbul’da çocuklarımızı oynatacak park bulamazken, 1921’de Himaye-i Etfal Cemiyeti, çocukların “hıfz-ı sıhhaya muvafık tarzda eğlencelerle meşgul olmaları için” Ankara’da çocuk parkı açıyor. Öyle bir dönem ki düşünün, Maarif Vekaleti dedikleri Milli Eğitim Bakanlığı’na bir çift at ve bir araba alınsın diye bütçede para yok. Ama çocuklara park yapılıyor.
Daha Cumhuriyet ilan edilmeden, dönemin 20.000 nüfuslu, toz duman Ankara’sında, “Serbest Ali Dersler” diye bir uygulama başlatıyor. Hocalara bakın şimdi: Felsefe ve İçtimaiyat / Ziya Gökalp, Türk Edebiyatı /Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Tarih-i Terbiye / Nafi Atuf Kansu, İngiliz Edebiyatı / Halide Edip, Fransız Edebiyatı / Müfide Ferit… Dersler her gün ve öğleden sonra olacak, ve sıkı durun; izlemek isteyen devlet memurları, ders saatleri içinde izinli sayılacaklar..!
1924’de Musiki Muallim Mektebi açılıyor. Bakan Hamdullah Suphi, “Değil 50.000, 100 kişimizin bile milli günlerimizde bir araya gelerek şarkı söylemesine imkan var mıdır? Bu bir ihtiyaçtır, zarurettir” diye savunuyor gerekliliğini. Milletin bir araya gelip coşkuyla bir marş söylemesine verilen kıymeti düşünün… Anlayacağınız Ankara Devlet Konservatuarı, güzelim Cumhuriyet’in ilk okullarından biri.
1925’de Adliye Hukuk Mektebi açılıyor. Adalet Bakanlığına bağlı, ve ilk defa bir “Profesörler Meclisi” var. Atatürk o yıllarda ilk defa “fakülte” deyimini kullanmaya başlamış. Öğrenciler Kurtuluş Savaşı sırasında Telgrafhane olarak kullanılan kerpiç binada kalıyor ve dersleri TBMM İçtima Salonunda alıyorlar. Okul fiziksel olarak yok yani… Gündüzleri Meclis toplanıyor, akşamüstü yerini öğrencilere bırakıyor. Kendi yerlerine geçmeleri, ancak 1927’de Vehbi Koç’un yaptırdığı bir ilkokul binası ile mümkün oluyor.
Sakal traşı olmamış ve kravatsız öğrenciler derslere alınmıyor.
Atatürk, bizzat gelip dersleri izliyor, öğrencilere fraklar dikiliyor ve protokol kuralları bizzat kendisi tarafından anlatılıyor. Çünkü ilk hukuk mezunları olarak hepsi ilerde devleti temsil edecekler. Hele bu kısmını çok iyi biliyorum, çünkü dedem, işte Cumhuriyet’in “o” fakültesinin 10 diploma numaralı mezunudur.
Onu izleyen Orta Muallim Mektebi, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Dil-Tarih-Coğrafya, Siyasal Bilgiler derken bu güzelim liste ışık ışık uzaaar gider.
Her bir fakülte, Cumhuriyet’e ışık tutan yeni bir meşaledir.
Cumhuriyet’in öncesi bir mucizedir, ama bana sorarsanız, 29.Ekim.1923’den “sonrası” bambaşka bir mucizedir.
Şimdi, biz, 94 sene sonra Cumhuriyet’in ilan edilişini kutlamıyoruz sadece. Lozan’da başımızda akbaba gibi bekleyen devletlerin, bunlar nasıl olsa çuvallarlar beklentilerini de şahane bir şekilde çürütmemizi kutluyoruz.
Bizler, o askeri ordunun da, o paha biçilmez irfan ordusunun da neferlerinin torunlarıyız.
Eğer bir borcumuz var ise atalarımıza, en güzel ödeme şekli, Atatürk’ün inancıyla çalışmaktır, hani her ne ise savaşımız; zaten kazanmışız gibi.!
29.Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.
Bige Güven Kızılay
29.10.2017
(Sevgili Turgut Özakman’ın “Cumhuriyet-Türk Mucizesi” adlı eseri ve Ankara Üniversitesi’nin özel yayını “Cumhuriyet’in Üniversitesi” adlı şahane kaynaklara teşekkür ederim.)