362_190820131110_996017968

Merhaba,

Bu gün sizlerle paylaşacağım yazı sevgili hocam Dr. Bülend Gündem’e aittir. Dr. Bülend Gündem 40 yılı aşkın bir süre boyunca Yesâri Âsım Arsoy’un hep yanında olmuş, hem arkadaşı, dostu, hem öğrencisi, yardımcısı, aynı zamanda birçok şeyi paylaştığı, gerektiğinde fikir danıştığı insan olmuş, hayatının çok büyük bir bölümünü bu muhteşem bestekâra adamış eşsiz insanlardan biridir. Onunla tanışma ve vakit geçirme şansını elde etmiş bir insan olmaktan dolayı ben de çok mutluyum.

Derslerinizde öğrencilerinizle paylaşabileceğiniz çok bilinmeyen, güzel hikayeler bulunduğu için ve sizlere de rehber olması amacıyla bu paylaşımı uygun gördüm. Türk Sanat Müziği’ne çok değerli eserler kazandırmış olan değerli bestekâr Yesari Âsım Arsoy’u ve eserlerini öğrencilerinizin de mutlaka beğeneceğini ve daha fazlasını öğrenmek ve dinlemek isteyeceklerini düşünüyorum.

Ayrıca konunun sonuna ilgili videoları da ekleyeceğim 😉

Saygılar, iyi çalışmalar.

YESÂRÎ ÂSIM ARSOY, HAYATI VE ESERLERİ

Mustafa Yesâri Âsım; Osmanlı fütûhatı sıralarında, Konya bozkırlarından Rumeli’ye göç eden, aynı zamanda Konyar da denilen göçmenlerden, Şeyh Ömer nâmı ile mâruf, Kitâbe-i Seng-i Mezar, üstadı ve tarih düşürme hususunda ehil bir mürşidin torunu olan Berkofçalı Ömer Lütfi’nin oğludur.

Şeyh Ömer, kitâbeleri sol eliyle yazdığından Yesârî’lik bu suretle Mustafa Âsım’da da tecelli etmiş bulunuyor. Şeyh Ömer Efendi Kosova bölgesindeki Prizren kentine yerleşti ve burada ileride kendi adıyla anılacak, yolu Nakşibendî olan bir tekke kurdu. Torunu Ömer Lütfi, bir müddet sonra aileden ayrılarak, Tuna’nın kuzeyinde küçük bir Türk kasabası olan Berkofça’ya yerleşti. Burada uzun zaman kaldığından, daha sonraları Berkofçalı Ömer Lütfi Efendi olarak anılacaktır.

Doksanüç harbi de denilen Osmanlı-Rus savaşı [1293 (1877-78)] başlayınca Ömer Lütfi Efendi Berkofça’yı terkederek Makedonya bölgesindeki Drama’ya yerleşti. Drama’da o zamanlar aile hüvviyetleri Dramalılarca Hacı Yaşarlar olarak bilinen en büyük Türkoğulları lakabıyla anılan Ahmed Ağa ve eşi Kafesli Emine Hanım’la tanışarak, bu ailenin kızları Zübeyde Hanım’la Nevrokop’ta evlendi. Mustafa Âsım bu evlilikten olan sekiz çocuğun altıncısıdır. Nâci ve Râci adlı kardeşler daha evvel çocuk yaşlarında ölmüşlerdir. Diğerleri büyüklük sırasına göre Mehmet Tevfik, Emine Hamdiye, Mahmud Remzi, Mustafa Âsım, Fatma Bahriye ve Muharrem İhsan’dır.

Ömer Lütfi’nin bu ikinci evliliğidir. Birinci evliliğinden Ahmed ve İbrahim adlı iki çocuğu daha vardır. Bunlardan Hâfız İbrahim İstanbul medreselerinde okumuştur.

Mustafa Âsım 1314 (1896) 6 Ağustos Çarşamba günü Drama’da Namazgâh mahallesinde dünyaya geldi. İlk gittiği okul üç sınıflı Nazîfî mektebi 1323 (1905), daha sonra Beykonağı Rüştüyesi (ortaokul) 1326 (1908) dır ve Nihayet Yeni İdâdi’ye (lise) 1328 (1910)’da giderek oradan mezun olmuştur. Küçükten beri sesi güzel olduğundan mektepte ezan okumuş, sonra İzmir Akhisar’ı imamlarından olan dayısı Hacı Hafız Mehmed Efendi ile hıfza da çalışmıştır.

1912 Balkan Harbi başlayınca memleketin düşman işgaline uğramasına bir iki gün kala 12 Ekim’de El Mahrusâ vapuru ile Türkiye’ye göç ederek ilk olarak Adapazarı’na yerleşmişler ve burada sekiz sene kalmışlardır. Adapazarı’nda ailece otel işletmişlerdir. Daha sonra 1920 İstiklal Harbi’nde milli kuvvetler Adapazarı’na gelip otele el koyunca (kazandıktan sonra ödemek kaydıyla) senet vermişlerdir.

Mustafa Âsım Adapazarı’nda bilfiil mûsıkîye başladı. İlk olarak bağlama, daha sonra o zamanlar dokuz telli de denilen divan sazı çaldı. Ve nihayet iki sene sonra ud’a heves ederek bu sazda karar kıldı. Nota husûsunda, Adapazarı Rehber-i Terakki Mektebi öğretmenlerinden Recâi Bey ve Bando mûsıkî muallimi Mızıkalı Hikmet Bey isimli zatlardan faydalandı. Kendi gayretleriyle de mûsıkîye ait bilgileri, sağlam temellere oturtarak kazanmasını bildi.

Babası mûsıkî ile uğraşmasına karşı idi. Nitekim birkaç defa ud’unu kırmıştı. Bunun üzerine bir müddet eve gelmeyen Âsım daha sonra ud’unu pencereden annesi veya kardeşlerine verip, kendisi kapıdan ud’suz girmeye başladı. Babası duymasın diye yüklük denilen o zamanki büyük gömme dolapta çalışıyor ve hatta sesi boğsun diye ud’un teknesine bez bağlıyordu. Ud’u sol eliyle çalar ve telleri değiştirmeden gerdâniye teli yukarı gelecek şekilde tutardı. Adapazarı’nda ilen Millî Mücadele’de Sakarya civarı Geyve dolaylarında Milli Kuvvetlerde Çerkez Etem’in yanında çeteci olarak vazife görmüştür. Daha sonra Antalya’ya geçerek bir yıl orada kaldı. Antalya’da Loid Triestino adlı bir İtalyan gemi acentesinde 1917’de İstanbul’a ailesinin yanına döndü. 1923’te İzmit’de Mâliye memurluğu yaptı. Tekrar İstanbul’a dönen Âsım, Fatih’te Muallim İsmail Hakkı Bey’in muâvini İzzeddin Hümâyî Bey’in de bulunduğu bir grupta mûsıkî çalışmalarını sürdürdü.

1929 yılı Mustafa Âsım için bestekârlığa ilk adım yılı oldu ve üç eser birden aynı zamanda doğdu; yâni bu üç eser, evlatlarım dediği eserlerinden ilk üçüz evlatlarıydı. Bunlar:

Kürdîli Hicazkâr makamından

Kedersiz hiç coşar ağlar, taşar mı kalb-i nâşâdım

Sabâ makamından

Zavallı kalbimi dinle, sana figân eylesin bak

Nevâ makamından

Geçer her gün bir şirin kız buradan

mısraları ile başlayan şarkılardı ve besteler besteleri takip etti.

1930’da eserleri için Colombia plak şirketiyle anlaştı. O zaman henüz soyadı kanunu çıkmadığı için annesi tarafından gelen Büyük Türkoğulları lakâbı dolayısıyla ilk plaklarda ismi Mustafa Âsım Türkoğlu diye geçti. Daha sonra soyadı kanunu çıkınca Türkoğlu soyadı olarak başkaları tarafından alındığı için ailece soyadları ARSOY olarak tescil edildi ve lakabı olan Yesârî de nüfusuna geçti.

1933’te ehl-i vukuf (bilirkişi) olarak Yunanistan’a gitti.

1938’de Batı Müziğinde bilgisini ilerletmek ve çok sevdiği çigan müziğini yerinde dinlemek maksadiyle Romanya’ya (Bükreş) gitti. Burada üç ay kalarak genişlemiş mûsıkî ufku ile yurduna döndü.

1949’da Zehra Altuğ ile ilk evliliğini yaptı. Fakat kendi tâbiriyle, sanat hayatını kısırlaştırdığı gerekçesiyle 1954’te tek celsede bu evliliği bitirdi. Bu arada besteler ve plaklar devam etti. Arkadaş gruplarıyla bir iki turneye de udî olarak iştirak etti. Vâki olarak muhtelif sahne tekliflerini gönül yapısına uygun bulmadı ve hep reddetti.

1963’te otuz üç sene sonra Colombia plak şirketiyle beraberliğine son verdi.

1975’te İzmir Radyosu’na üslûb dersleri için davet edildi ve kısa bir müddet oradaki stajyerleri eğitti.

1977’de elli senelik gönül bağı olan Sûzan Arsoy ile evlendi.

1991’de Devlet Sanatçısı ünvanı aldı.

18 Ocak 1992’de gece yarısı, ömrü boyunca hiç hasta yatmadan ve son anına kadar çalışarak geçirdiği dünya hayatına veda etti.

SANAT YÖNÜ İLE YESÂRÎ ÂSIM ARSOY

Yesârî Âsım Arsoy; mûsıkîdeki bilinen hüvviyetinin yanında, her yönüyle san’atkârdı. “Kompozisyon” derdi; mûsıkî eserlerinde, romanlarda, hikâyelerde, filmlerde, hâdiselerde, insanlarda, gördüğü her yerde, her şeyde kompozisyon arardı. Bulamazsa rahatsız olur, imkân bulursa düzeltmeye çalışırdı.

Sinema çok üzerinde durduğu bir konu idi. Kendisi de zaten doğuştan kabiliyetli idi. Konuşması, herhalgi bir şey anlatması, târif etmesi ile kaliteli bir aktördü. Taklidi mümkün olmayan bir anlayışı, erişilmez bir üslûbu vardı.

Sinema ile mesaj vermek, gerekleştirmeyi arzu ettiği hedeflerden biri idi. Bu hedef için bir senaryo hazırladı, bunlar hâlen bende mahfuzdur. Her şeyinde olduğu gibi titizdi. Yapacağı filmin rejisörlüğünü de üstlenmeyi düşünüyordu, fakat nasib olmadı.

Film seyrederken artistlerin en ufak mimiklerini bile kaçırmak istemezdi; bu yüzden, yabancı filmlerdeki alt yazılarını okumaz, bana okuturdu.

Bazen filmin başlarında “Yakaladık azîzim” der ve sonuna kadar dikkatle takib ederdi. Bazen de “Bu film yaramaz, ben çıkıyorum, istersen sen seyret” derdi; tabiî ki ben de peşinden çıkardım.

Her hafta İstanbul’un kalbur üstü sinemalarını tarar, filmleri tesbit eder ve kaliteli bulduğumuz birkaç tanesini mutlaka seyrederdik.

Filmlerden seçtiği bâzı sahneleri unutmaz, her fırsatta tekrâr eder; hattâ mimikleriyle anlatırdı. Harry Borr isimli bir artist ona çok tesir etmişti.Bir filmde onun “Bâri meşhur bir san’atkâr mısınız?” sorusuna “Meşhur olmaktan ziyâde san’atkârım” cevâbını her yerde tekrarlardı.

Edebiyat ünü de bambaşka idi: Yazdığı mektuplarda, hattâ tebrik kartlarına yazdığı ufak tebriknâmelerde de çok titiz davranır, değişik ifadeler arardı. Bütün yazıları edebiyat kitaplarında numûne olacak kalitede idi.

Eserlerinde olduğu gibi güftelerinde de seneler sonra kendisini rahatsız eden bir kısım bulursa onu derhal değiştirir veya mükerrer nakaratlara da değişik bir mısra bularak eseri renklendirir ve bu mısraya göre nağmede de değişiklik yapardı.

Dîvan Edebiyatı şairlerinden Nedîm’i çok beğenirdi. Nedîm’in şiirlerini devamlı okurdu ve bunlardan bir kısmını bestelemişti.

Ziyâ Paşa’dan bâzı güfteleri tekrarlardı. Tevfik Fikret’in “Peri-i şiirime” isimli manzumesini dilinden düşürmez, bunu ilhâmın konu olduğu her yerde söylerdi.

Fuzûli’den, Ahmet Hâşim’den, Yahya Kemal’den, Mehmet Âkif’ten okurdu. İnşad kabiliyeti üzerinde dururdu. Fuzûlî’nin Su Kasîdesi, Râbia Hâtun dilinden düşmezdi. Vehbî Efendi’nin

Acaba şimdi kimi şâd eyler”

diye başlayan şiirini devamlı tekrarlardı. Konuşması gibi, bambaşka, büyüleyici bir şiir okuma edâsı vardı.

Refik Hâlid Karay’ın Nilgün adlı eseri ile Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini devamlı konu eder, hele Nilgün’den bazı pasajları ezbere söylerdi.

Resim yaptığını hiç görmedim. Tâmir işleri ile uğraştığına rastlamadım.

Hocamın mûsıkî yönünde ise şu üç özellik vardır: Udî, bestekâr ve okuyucu; Udîliği: Müzisyenlerin çoğu birkaç sazı dener ve bazılarını çalarlar. Hocam da bir gün kemanı denemek maksadıyla çalar gibi tutmuş, fakat “Bu bana yakışmadı eğreti durdu” diye bir daha eline almamıştır.

Bir konserde ufak tefek bir kemânînin kemanı tutuşunu târif ederek “İçimden, istersen çalma, bu pozisyon yeter” dedim diye anlatırdı.

Türk mûsıkîsi sazları içerisinde uddan başkasını çalmazdı. Ud dersleri verirdi.

Plaklarında görüldüğü gibi değişik bir stili vardı. Sazına hâkim olduğu bilinen bir sâzendeye kendisi o sazı hiç çalmadığı halde, sazına göre bir mızrap şekli veya bir yay târif eder, “Şurasını şöyle çal” derdi ve eser değişirdi. İcrâda (çalma veya söyleme) bu müspet değişikliklere eser şimdi giyindi tâbirini kullanırdı.

Çalışma şartları çok değişik olmakla birlikte sessizliği severdi. Bana bazen “Bak Bülend, Boğaz’da sabaha karşı Çatana’lar geçer ve o sessizlik içersinde pat pat pat diye çıkardıkları ses çok hoşuma gider” derdi. Bazen de “gölgem bile bana fazla, ara sıra uzaklaşi, özlet kendini” diye yalnız kalmak istediğini ifade ederdi.

Mûsıkî onun için bir ibâdetti. Cenab-ı Hakkın “Vah o namazı lâkayt kılanlara” sözü gibi; icrâda, çalıştırmada, bestede hiç lâkaydisi yoktu. Zâten hayatında hiçbir konuda laf olsun diye (kendi tâbiri) bir şey yapmamıştı.

OKUYUCU YÖNÜ

Evvelâ renkli bir sesi vardı. Pest perdeleri kuvvetli idi. Eserlerini Müstahzen akorduyla çok rahat okurdu. Kreşendo, dekreşendoları çok yerinde kullanır, enteresan vurgu ve glissandolarla eseri süslerdi. Hançeresi çok iyi idi. O okuduğu zaman tek bir insan değil sanki o eseri orkestra icrâ ediyormuş intibânı almışımdır. Okurken bir harfe bile dikkat ederdi.

“Menekşe gözler hülyâlı” isimli nevâ üzerinde uşşak eserinin ikinci kuplesi “Gözümde tüter durursun, kalbime hançer vurursun” mısraı ile başlar. İşte bu mısraı okurken “n” karfinin (kendisi nun derdi) kendine mahsus okunuşuna “idgam-ı mualgunne” derdi. Taklide her zaman karşıyım, fakat güzel şeyleri alıp kendine yakıştırmak açısından bu kısma çok çalıştığım halde o “n” harfini hâlâ istediğim düzeyde icra edebildiğimi sanmıyorum. Üslûp olarak en beğendiğiniz kimdir diye sorulursa “Kasımpaşalı Arap Yaşar Bey” diye cevap verirdi.

Kendi eserlerini veya başka bir eseri okurken bir nâğmede değişiklikler arar bana da “böyle mi, böyle mi, yoksa böyle mi daha iyi” diye fikir sorardı. Aslında bence her biri ayrı güzel olurdu. En sonunda bir tanesine karar verirdi. Evde daima ses talimleri yapardı. Devamlı pest ve tiz seslerini kontrol eder ve ayrıca sesini çalıştırırdı. Buna “idman yapıyorum” derdi. Akord düdüğünü hep yanında taşır, perdeleri kontrol ederdi. Gazinoda, trenda, vapurda, her fırsatta “dinle bakayım” diye kulağıma eğilir veya yeni bir bestenin bir bölümünü veya eserlerinden bir tanesinde yaptığı değişikliği bazen de her hangi bir eseri okur, arkasından “nasıl” diye sorardı. Cevabımı sizlere söylüyorum: Ben şimdi başkalarını nasıl dinleyeceğim.

BESTEKARLIK YÖNÜ

Eğer gönlü istemişse ilham geldiğinde çalışmaya başlardı. Buna “sühûh etti” derdi. İlhâmın yeri ve zamanı yoktu fakat sessizlikten hoşlanırdı. Ekseri melodiyi mırıldanarak arar, karar verdiği nağmeleri küçük nota defterine işlerdi. Yazar, yazar, bazen karalar bazen de seçtiği bir tanesinin üzerinde çalışırdı. Bu çalışma işinin seneler sürdüğü de vâki idi. Bu hususta tıpkı bir kuyumcu titizliği gösterirdi. Elindeki ziyneti nasıl en iyi şekilde vitrine koyacağını araştırırdı.

Zemin, nakarat veya miyanda en ufak bir pürüz görse; güftede rahatsız edici bir pasajı seneler sonra bile fark etse, sanatkâr gönlü râzı olmaz sonunda oraya en iyisini yakıştırırdı. San’at deyince şöyle bir durur “san’at uygun düşürmek ve yakıştırmaktır” derdi. Buradaki “uydurmak” bir nevi yaratıcılık, “yakıştırmak” da kompozisyondur.

Yesâri Âsım Arsoy’un bestelerinde. Melodi zenginliği ifâde ile meczolmuştur.

Beste formu, şarkı formu yanında fanteziler, mizâhî eserler, düettolar, türküler ve saz eserleri ile zengin bir repertuvar oluşturmuştur.

Bikr-i mazmun ve sehl-i mümteni dilinden düşürmediği ibârelerdi. Nesirde, nazımda, mûsıkîde hep bunu arardı. Ve serlerinde de böyle olmasına dikkat ederdi. Tarzı sorulduğunda;

Tarz-ı selefe tekaddüm ettim

Bir başka lisan tekellüm ettim”

diye cevap verir ve yine eser konusunda:

Marifet iltifâda tâbidir

Müşterisiz metâ zâyidir”

diye cümleyi tamamlardı.

Bir de hocalık yönü vardır. Her talebeyi kabûl etmez, imkânları dar olandan da para almazdı. Önce konuşur, ne için ders almak istediğini, ne beklediğini sorar. Bâzılarına “Sen beklediklerine ulaşamazsın, vazgeç bu sevdâdan” derdi. Bu yüzden kırılanlar olduğu gibi sonradan gelip de verdiği hayat dersleri için teşekkür edenler olmuştur. Daimâ pervâsız dediği büyüteci bulunur. Onunla hutût-ı vechiye tâbir ettiği öğrencinin yüz hatlarını ve yüz ifâdesini incelerdi. Daha sonra ona göre bir tarz bulur ve “Yörük at yemini arttırır” diye dersin zaman ve miktarını öğrencinin kapasitesine göre düzenlerdi. Bazen de “Ne yapalım bu atın ayağında da bu kadar var” derdi. Tıptaki hastalık yok hasta var ilkesinden hareketle, öğrenciye ayrı bir tarz tatbik etmiştir.

Ben kendisine muayyen bir seviyenin üzerinde gittiğim ve maksadım tavır almak olduğu için bana bâzı eserlerden kritik pasajları verir ve bunları tekrar etmemi isterdi. Kırk yıl geçti hâlaâ tekrar ediyorum. Ve onun nasıl faydalı, farklı, psikolog bir hoca olduğunun idrâki içinde zaman zaman gözyaşlarımı tutamıyorum.

İcrâdan bahsederken, kânûnî meşhur Ahmet Yatman’ı anmadan geçemezdi. Ben, ona çalışma esnasında, Ahmet Bey “bulutların üstünden (yâni hafif) derdim. O bunu, çok güzel icrâ ederdi. Hattâ bana bâzen yolda rastladığımda “Âsım Bey bulutların üzerinden” diye el sallardı, derdi.

Şöhter için “şöhret afettir” derdi ve hak etmeden şöhret olan bâzıları için de “şöhret-i kâzibe” yani yalancı şöhret tâbirini kullanırdı.

Mûsıkî için; “Mûsıkî âşıkın aşkını, fâsıkın fıskını arttırır” derdi.

Eserlerde donanıma konan değiştirme işâretlerine “işârat-ı tagyîre” derdi. Eser icrâsında nefes almadan uzatılması icâb eden kısımlar için “medd-i nefes” tâbirini kullanır; eseri asmak, demez bunu esere yayılmak diye ifade ederdi. Ve hakikaten eser ölçü içerisinde bitmeyecekmiş gibi bir derinlik kazanırdı. Tizlerde veya eserin bâzı yerlerindeki derinlik için de “semânın burçlarına vuruyor” deyimini kullanırdı.

Netice olarak rûhuyla, bedeniyle, düşüncesiyle, ahlâkı ile, karakteri ve her şeyi ile san’atkârdı.

KAYNAK: Yesâri Âsım Arsoy Hayatı ve Eserleri / Dr. Bülend Gündem / Özal Matbaası / 1995

Translate »